Dolar
27.91
Euro
29.43
Altın
1,920.92
ETH/USDT
1,589.00
BTC/USDT
28,411.00
BIST 100
2,425.56
Analiz

2020 ABD Seçimleri: Cumhuriyetçi konsolidasyon, Demokratik parçalanma

Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinin Trump’ın oluşturduğu "tarzın" devamı ya da ABD’nin geleneksel kodlarına dönmesi bağlamında büyük bir kırılma oluşturacağı anlaşılıyor.

Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu  | 18.02.2020 - Güncelleme : 24.11.2020
2020 ABD Seçimleri: Cumhuriyetçi konsolidasyon, Demokratik parçalanma

İstanbul

Kasım ayında gerçekleştirilecek başkanlık seçimleri öncesinde ABD’de sular iyice ısınmaya başladı. Kasım 2016’da Cumhuriyetçi Parti’den seçilerek başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump’ın “nev'i şahsına münhasır” yönetim tarzıyla bütün ezberleri sildiği ülkede, gerçekleştirilecek olan seçimlerin Trump’ın oluşturduğu “tarzın” devamı ya da ABD’nin geleneksel kodlarına dönmesi bağlamında büyük bir kırılma oluşturacağı da anlaşılıyor. Nitekim her iki parti de kendi içinde mevcut duruma ve geleceğe ilişkin hesaplar yapıyor ve “geleneğin terk edilmesi” ya da yönetim üslubunun büyük oranda değişmesi anlamına gelebilecek faktörleri de değerlendiriyor.


Trump’ın Senato’daki azil soruşturmasından Cumhuriyetçi çoğunluk eliyle aklanmasının ardından, ABD’de gözler tamamen seçimlere çevrilmiş durumda. Nitekim özellikle Demokrat Parti ön seçimlerinin başlaması ve bu partideki çok sayıda adayın birbirleriyle mücadele içinde olması, ülkede gözlerin büyük oranda iç politikaya dönmesine yol açtı. Iowa ve New Hampshire ile başlayan Demokratların ön seçim süreci, “Süper Salı” olarak bilinen ve 3 Mart gününe rastlayan geniş kapsamlı mücadeleye kadar tam olarak netleşmeyecektir. Fakat Süper Salı sonrası, ön seçimler ekseninde Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için mücadele edecek en önemli isimler belli olacak gibi görünüyor. Süper Salı kapsamında içlerinde California, Colorado, Virginia, Kuzey Carolina, Teksas, Arkansas, Alabama, Maine, Massachusetts ve Minnesota gibi büyük ve heterojen bir nüfusa (ve pek tabii ki delegeye) sahip olan eyaletlerin pozisyonu belli olacaktır. Bu nedenle, bu tarihin Demokratlar bakımından ciddi anlamda belirleyici olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Demokrat aday adayları arasındaki ılımlı/sol (radikal) çekişmesinin hem Demokratların hem seçimlerin hem de ABD siyasetinin genel işleyişine etki edebilecek sonuçlar doğurması muhtemel.

Iowa'daki seçim skandalı Demokrat Parti'nin imajına darbe vurdu

Iowa’daki ön seçim esnasında yaşanan usulsüzlük ve hatalar, Trump’ın seçildiği 2016 seçimleri için usulsüzlük ve hata itirazında bulunan (ve hatta Rusya’nın da bu seçimlere müdahil olduğu yönünde ciddi şüpheleri bulunan) Demokratların -ki bu şüpheler hukuki anlamda herhangi bir sonuç doğurmamıştır- halk desteğinde ciddi bir erozyona yol açabilir. Zira Amerikan halkı, Trump’ı seçim usulsüzlüğü ile suçlayan ve hatta Ukrayna bağlantılı bir dava ekseninde onu azil soruşturmasıyla yerinden etmeye çalışmış muhalefet partisinin kendi iş ve işlemlerini sağlıklı bir biçimde yürütemiyor olmasını da göz önünde bulundurarak, desteğini Trump’a yönlendirebilir. Nitekim Gallup tarafından yürütülen son kamuoyu araştırmaları, Cumhuriyetçi Başkan Trump’a olan halk desteğinin, azil soruşturması süreci öncesine oranla en az 10 puan arttığını gösteriyor. Yani Demokrat Parti hem kendi seçim beceriksizliği hem de Trump’a yönelik soruşturma hamlesinin Senato’da sonuçsuz kalmasından dolayı oy tabanında belli bir kayba uğramış görünüyor.

Demokratların en önemli meselelerinden biri de Donald Trump’ın belli bir kesim üzerinde neredeyse “pop star” imajına entegre olmuş tarzını olumsuzlayabilmek ve onun devlet için “doğru olmayan” bir isim olduğunu göstermek olacaktır. Gerek sosyal medya kullanımı gerek üst düzey bürokratlar ve hatta kendi sekreterleriyle (bakanları) yaşadığı tartışmaların (son olarak yine kendisinin atadığı Adalet Bakanı Barr ile benzer bir anlaşmazlık içerisinde) Amerikan geleneklerine aykırı olduğu ve devlet aygıtını anlamsızlaştırdığına ilişkin tespit, Demokratların en temel söylemlerinden biridir. Aynı şekilde, Trump döneminde Avrupalı müttefiklerle yaşanan ciddi sorunlar (özellikle ticaret ve güvenliğe ilişkin), Avro-Atlantik bloğunun zayıfladığı yönündeki değerlendirmeler ve NATO ekseninde yürütülen tartışmaların Rusya ile Çin’e yaradığına dair eleştiriler, Demokratların dış politika bağlamındaki yaklaşımlarını yansıtıyor. Bu bağlamda üzerinde durulan bir diğer husus da “geleneksel” olarak görülen belli bazı müttefik ülkelerle yaşanan anlaşmazlıklardan sonra, bu aktörlerin “kendi çıkarları doğrultusunda” ABD’den uzaklaşması olacaktır. Bu hususta, Türkiye ve Pakistan gibi aktörlerin duruşu, Demokratların en fazla dillendirdiği faktörlerden biri olacak gibi görünüyor. Özellikle Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşma, Donald Trump’tan çok Demokratların ilgisini çekiyor gibi.

Trump'ın kozu ekonomideki başarı

Ne var ki Trump’ın özellikle ekonomik konularda elde ettiği başarı Demokratların işini zorlaştıracağa benziyor. Nitekim Trump başkanlık döneminde daha çok üretim ve büyüme gibi hususlara önem vermiş ve işsizlik oranının azaltılması hususunda da belli bir başarı elde edebilmiştir. Özellikle Çin ile Ocak 2020 itibarıyla imzalanan ticaret anlaşmasıyla ABD pazarının korunması yönünde atılan adımın yanı sıra, (Kanada ve Meksika ile birlikte ABD’nin oluşturduğu) NAFTA’nın ABD’nin ticari çıkarları doğrultusunda güncellenmesi ve çok sayıda Amerikan şirketinin yatırımlarının bir bölümünü yeniden ABD’ye yapmaya başlaması, Trump’ın elde ettiği başarılar olarak gösteriliyor. Obama döneminde başlatılan sağlık reformunda atılan geri adım, BM ekseninde yürütülen çevre anlaşmalarından çekilme ve özellikle kaya gazı/petrolü üretimi hususunda atılan agresif adımlar ise Trump yönetimince “başarı”, Demokratlarca ise “yanlış” olarak gösterilen hususlar olarak biliniyor. Bunun yanı sıra, “göçmenlik yasasında” yapılması planlanan değişikliğin henüz hayata geçirilmemiş olması, Trump taraftarlarını ve Cumhuriyetçi Parti’nin “muhafazakâr” kanadını hayal kırıklığına uğratıyor. Demokratlar ise Meksika sınırına “duvar örülmesi” ve “göçmenlik şartlarının zorlaştırılması” hatta “çifte standarda” uğratılması girişimi olarak gördüğü “göçmenlik yasasının” henüz çıkarılamamış olmasını kendi başarısı olarak gösteriyor. Benzer bir durum “silah kullanımı yasası” bağlamında da kendini gösteriyor: Trump Cumhuriyetçi Parti’nin “geleneksel” olarak bireysel silahlanma taraftarı olan seçmen kitlesini yanına çekebilmek için bu yönde bir yasa çıkarmak istese de Demokratlar buna şiddetle itiraz ediyorlar. Zaten bu konu, göçmen yasası ve sağlık reformuyla birlikte ülkenin üzerinde uzlaşamadığı en temel meseleler arasında görülüyor.

Donald Trump’ın Orta Doğu’da kurmaya çalıştığı ve tamamıyla “İsrail çıkarlarına” hizmet etmesi planlanan politikası ise Demokratlarca tamamıyla reddedilmemekle birlikte, Binyamin Netanyahu’nun seçim zaferine hizmet etmesi amacıyla ortaya konulduğu aşikâr olan “Yüzyılın Antlaşması” gibi girişimler, bölgedeki Amerikan müttefiklerini Washington’dan uzaklaştırabilecek ve uzun vadede İsrail’in aleyhine olabilecek bir girişim olarak değerlendiriliyor. Benzer bir durum Rusya ile ilişkiler ekseninde de geçerli: Demokratlar Trump döneminde Rusya’nın eski Sovyet coğrafyası ve hatta Orta Doğu’da artan görünürlüğüne dikkat çekiyor ve Çin ile Rusya ve hatta Rusya ile Hindistan arasındaki yakınlaşmayı ABD adına “olumsuz” bir tablo olarak ortaya koyarak, Trump’ın bu hususlarda ülke çıkarına ciddi bir faaliyet göstermediğini belirtiyorlar.

Cumhuriyetçi Parti’nin seçimlere Donald Trump ile katılması neredeyse kesin gibi. Nitekim ona karşı yarışmak üzere ortaya çıkan birkaç aday adayı, destek bulamamaları üzerine geri çekildiler ve yalnızca eski Massachusetts Valisi William F. Weld aday adaylığına devam ediyor. Ne var ki onun da kısa bir süre içinde yarışı bırakması bekleniyor. Cumhuriyetçi Parti içinde Trump’ı eleştiren kesimler olmasına karşın, parti bir bütünlük içinde hareket etmeyi başarıyor. Nitekim bu birlik görüntüsü, Trump’a karşı yürütülen azil soruşturması esnasında da Kongre’nin her iki kanadında görülmüştü. Senato’da yer alan Cumhuriyetçilerden yalnızca Mitt Romney’in Trump’a karşı oy vermesi de bunun bir yansımasıydı. Özellikle Evanjelist kesimin desteğini alan ve bu kesimden gelen Pence’i başkan yardımcısı olarak tutan Trump, Orta Doğu politikası ve Yüzyılın Antlaşması gibi hamleleriyle Evanjelistler nezdindeki nüfuzunu korumayı bildi. Güney Eyaletleri ve Ortabatı’daki Cumhuriyetçi (kırmızı) eyaletler de Trump döneminde izlenen politikalardan genel olarak memnun görünüyorlar.

ABD siyasetinde iki partili yapı değişebilir

Demokratlar ise Trump’a getirdikleri büyük çaplı eleştirilere ve muhalefette yer almanın meydana getirmesi beklenen “olumlu” etkiye rağmen, kendi içlerinde yaşadıkları tartışma ve hatta bölünmeyle uğraşır görünüyorlar. Obama’nın başkanlık dönemlerinin ardından kendi iç muhasebesini yaparak siyasi arenaya daha güçlü dönmesi beklenen Demokratlar, Temsilciler Meclisi’nde elde ettikleri çoğunluğa karşın, başkanlık seçimlerine dair ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Nitekim 2016 seçim kampanyası esnasında Hillary Clinton’a karşı yarışan ve kaybeden Vermont Senatörü Bernie Sanders’ın kişiliğinde temsil edilen “sol” çizgiyle partinin genel “ılımlı liberal” çizgisi arasında belirmiş olan çatışma, Demokrat Parti ileri gelenlerini ciddi anlamda düşündürmekle birlikte, bu partiye oy veren şehirli ve profesyonel seçmen içinde de bölünmeler yaşanmasına yol açıyor. Hatta Trump yönetimi, bu kafa karışıklığını kullanarak ve özellikle de Sanders’ın ABD’ye göre “radikal” bulunan söylemlerini ve vaatlerini de gündeme getirerek, Demokratların oy tabanını kendisine çekmeye çalışıyor. Demokratlar arasındaki bölünme o kadar ileri bir noktaya varmış durumda ki, 2016’dan bu yana Sanders çizgisinin Demokrat Parti’den koparak yeni bir parti kurması ve ABD’deki iki partili yapıyı değiştirmesi gerektiğine ilişkin analizler dahi yapılıyor.

Nitekim bu seçim kampanyası esnasında da çok sayıda “ılımlı liberal” ya da “sol” görüşlü isim Demokrat Parti’den aday adaylıklarını açıkladılar. Önemli bir bölümünün yeterli mali ve siyasi desteği bulamayarak kampanyalarını sonlandırdığını gördüğümüz adaylardan ön plana çıkan birkaç isim oldu. Bunlardan en önemlisi Trump’ın azil soruşturması sürecine de konu olan ve bir önceki başkan Obama’nın yardımcısı olan Joe Biden’dır. Biden partideki “ılımlı liberal” kanadın adayları arasındaki en meşhur isim. Ne var ki Biden azil soruşturması sürecinde ciddi anlamda yıprandı. Biden’ın “renksiz ve kokusuz bir ılımlı” olarak ifade edilen en önemli özelliği, ileri yaşı ve uzun yıllardır siyasetin içinde olması gibi faktörlerle birleştiğinde, özellikle genç ve yenilikçi seçmen nezdinde işini zorlaştırıyor. Demokratların bir bölümü, en önemli özelliği “seçilebilir” kabul edilmek olan, gelenekçi bir ismi kendilerini heyecanlandıracak bir aday olarak görmüyor. Nitekim bu durum, Iowa ve New Hampshire’daki ön seçimlere de yansıdı ve Biden geri planda kaldı. Biden’ın en büyük hedefi, Süper Salı’dan yükselişle ayrılarak iddiasını yeniden tazelemek.

Demokrat Parti'nin 'ılımlı liberal' kanadı tedirgin

Biden’ın çizgisinde yarıştığı bilinen diğer aday adayları arasında, Indiana eyaletinin South Bend kasabasının belediye başkanı olan 38 yaşındaki genç politikacı ve eski asker Pete Buttigieg ön plana çıkıyor. Her iki ön seçimde de yüksek oy yüzdelerine ulaşan Buttigieg ılımlı bir liberal olarak, daha çok eğitim sistemi, LGBT hakları gibi hususlara önem veriyor. Başkanlık seçimlerinde yarışan tek "gay" olma özelliğine de sahip olan Buttigieg, bu yönüyle de ilginç bulunuyor ve özellikle genç kesimin oylarını çekme potansiyeline sahip. Ne var ki Buttigieg’in en büyük dezavantajları Afro-Amerikalılar arasındaki oy desteğinin çok düşük olması (bu yönde Biden epey avantajlı) ve az tanınan tecrübesiz bir isim olması.

Aynı çizgide konumlanmış bir diğer isim ise Minnesota Senatörü Amy Klobuchar. Altyapı yatırımları, sağlık reformu ve ilaç fiyatlarının düşürülmesi gibi hususlar özelinde bir kampanya yürüten Klobuchar Minnesota’ya komşu Iowa’daki ön seçimlerde epey geride kalmasının ardından hayal kırıklığına uğradı. Klobuchar’ın ilerleyen süreçte adaylıktan çekilerek “ılımlı” liberal kanattan bir isme destek vermesi bekleniyor.

Ilımlı liberal olarak adlandırılabilecek bir diğer isim ise milyarder işadamı ve eski New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg. Bloomberg yarışa oldukça geç katılmış bir isim olarak Iowa, New Hampshire ve Güney Carolina’da yapılan ön seçimlere girmemeyi ve bütün ekonomik gücünü Süper Salı kapsamında görülen eyaletlerde kullanarak kampanyasına başlamayı tercih etti. Daha şimdiden bu eyaletlerde ve tüm Amerika çapında çok büyük bir reklam kampanyası başlatmış olan Bloomberg’in en büyük avantajı “hiç bitmeyecek gibi görünen” ekonomik gücü olacak. Başarılı olduğu ifade edilebilecek bir belediye başkanlığı yapmış olan Bloomberg, tüm Amerika’nın tanıdığı bir isim ve oldukça profesyonel ve geniş kapsamlı bir ekiple çalışıyor. En büyük dezavantajları olarak ise yaşı ve milyarder bir işadamı olarak halkın sorunlarına yabancı biri olması gösteriliyor. Bloomberg kampanyasında daha çok göçmenlik reformu, teknolojik gelişim ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi hususları kullanıyor. Bloomberg’in ilerleyen süreçte Biden ya da Buttigieg ile “ılımlı liberal” oylar için mücadele etmesi bekleniyor.

Sol ya da “radikal” çizginin en önemli ismi ise Bernie Sanders. 78 yaşındaki Vermont Senatörü, 2016’da Hillary Clinton’a karşı kaybettiği kampanyanın ardından, Ekim 2019’da geçirdiği kalp krizine rağmen Demokrat Parti ön seçimlerine katılarak ve şu ana dek en iyi performansı göstererek, iddialı bir aday adayı olarak karşımızda. Kendisini “demokratik sosyalist” olarak adlandıran Sanders, kendisine her daim arka çıkan adanmış bir destekçi kitlesine sahip. Bu kitlenin içinden birçok isim, Sanders’ın kampanyasında “gönüllü” olarak çalışıyor. Buna karşın Sanders’ın aynı zamanda adaylar arasında en büyük kampanya bütçesine sahip isimlerden biri olduğu da bilinen bir gerçek. Sanders bu ön seçimler ekseninde hedefini “Trump’ı başkanlıktan indirmek” olarak açıkladı ve Demokrat Parti içindeki diğer adaylara değil, direkt olarak Trump’a odaklandığını gösterdi.

Ne var ki Sanders’ın adaylığı ve özellikle söylemleri, parti içinde çoğunluk olduğu bilinen “ılımlı” kesimi epey rahatsız ediyor. Bu rahatsızlık, aday olması durumunda, Demokrat seçmenin bir bölümünün Sanders’a oy vermemesi gibi bir durumu ortaya çıkarma endişesi doğuruyor. Sanders’ın tüm vatandaşlara ücretsiz sağlık hizmeti, zenginden daha çok vergi almayı öngören vergi politikası, asgari ücreti yükseltmeye ve ücretsiz üniversite eğitimi vermeye odaklanan söylemleri, özellikle iş dünyasında ciddi bir rahatsızlığa neden oluyor. Demokrat Parti ileri gelenleri de bu durumdan endişe duyuyorlar. Sanders Afro-Amerikalılardan ve göçmen kökenlilerden de büyük çaplı oy alma potansiyeline sahip bir isim olarak görülüyor. An itibarıyla adaylar arasında en fazla öne çıkan isim olan Sanders, eğer bu kampanyasında da başarılı olamazsa ya da Demokrat Parti tarafından süreçten çekilmeye zorlanırsa, “yeni bir siyasi dalga/parti” söylemi ABD çapında güçlenebilir.

Sanders ile benzer bir çizgide yer alan ve vergi sistemi ve kürtaj hakkı gibi hususlara yoğunlaşan Massachusetts Senatörü Elizabeth Warren ise Iowa ve New Hampshire ön seçimlerinde yeterli başarıyı elde edememesine karşın, Süper Salı’dan umudunu kesmiş değil. Ne var ki Warren’ın seçmenlerinin önemli bir bölümünün tercihleri Sanders’a kayabilecek durumda. Warren’ın ön seçimler başlamadan önce Sanders’la girdiği söz düellosu ise Sanders’ten çok Warren’a oy kaybettirmiş görünüyor. Nitekim Warren’ın ön seçimlerde çok daha yüksek bir performans göstermesi bekleniyordu. Warren’ın ön seçimlerden çekilmesi durumunda, seçmenlerinin tercihinin Sanders olması ise beklenen bir gelişme olacak.

2020 seçimleri ABD tarihinin en ilginç olaylarından biri olacağa benziyor. Cumhuriyetçilerin Trump’ın arkasında oldukça güçlü bir şekilde konsolide olmuş görüntüsü, sürecin heyecanını tamamıyla Demokrat aday adayları arasındaki mücadeleye odaklamış durumda. Demokrat aday adayları arasındaki ılımlı/sol (radikal) çekişmesinin ise hem Demokratların hem seçimlerin hem de ABD siyasetinin genel işleyişine etki edebilecek sonuçlar doğurması olasıdır. Nitekim bu parti içindeki yarış, “müesses nizam” ile “değişimciler” arasındaki hesaplaşmaya dönüşebilecek bir nitelik taşıyor. Son kertede, ABD seçimleri, Trump’ın kişiliğinde beliren “nev’i şahsına münhasır” liderlik anlayışı ile bürokrasiyle uyumlu liderlik türü arasındaki bir mücadeleyi de yansıtacaktır.

[Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın